Engin Erkiner
1982 yılının yaz aylarına doğru Leninist Konferans toplantısı yapılacaktı. Herif yaptığı işe süslü isim takmadan duramazdı. Konferansa katılanlara yönelik olarak –kimler katılacaksa artık- herifi ağır şekilde suçlayan bir mektup yazdım. Teorideki saçmalamalarından başladım, keyfi kararlar almasından çıktım. O sırada saçma sapan bir yazı gelmişti ve dağıtılması isteniyordu. Temel mücadele siyasi mücadeleymiş ama biz buna silahlı propaganda diyormuşuz!
Böyle bir saptamaya maskaralık bile denilmezdi. Amaç belliydi, insanları kandırmak.
THKP-C’nin belirleyici görüşlerinden bir tanesi silahlı propagandayı temel mücadele tarzı olarak benimsemesiydi. Belirlemenin arkasından dolaşıp adına başka bir şey deniliyor ve bu da siyasi görüşmüş gibi sunuluyordu.
Böyle bir komediye ortak olmam mümkün değildi. Silahlı propagandayı kabul etmeyebilirsiniz, anlaşılabilirdi ama böyle bir maskaralık anlaşılamazdı.
Yazdığım mektuptan olumlu bir sonuç beklemiyordum ama bu önemli değildi, önemli olan “ben bu çizgide yokum” mesajını açık olarak iletmekti.
Fransa’da ilticam kabul olmuş ama pasaportum henüz gelmemişti. Almanya’dan da sürekli olarak çağırıyorlardı, ancak pasaport çıkınca gidebildim.
Almanya’da örgüt dedikleri yapı Adana ve Hatay’daki örgüt yapıları gibiydi, büyük abartma vardı. Sayı önemli değildi, kimse ne yapacağını bilmiyordu. Paris’teki ev işgallerini Hürriyet’ten okudukları ve ek olarak ellerine ulaşan Tek Yol Devrim dergileri ve Ev İşgalleri Özel Sayısı’nı da bildikleri için büyük ilgi vardı. Onlara bulundukları alanda ne yapabileceklerini anlattım. Bulunduğu alanda ne yapacağını bilmiyorsa, orada örgüt yoktur.
Benzer bir durumu Paris’te işgal evlerinde haftalardır yaşıyorduk. Kimisi Devrimci Sol’dan kimisi İstanbul’da Üçüncü Yol olarak bilinen örgütten insanlar geliyordu. Kalacak yerleri olmadığı için işgal evlerinde kalıyorlardı. Bu konuda sorun yoktu, evlerde devrimci olan herkes kalabilirdi ve hiç durmadan THKP-C çizgisiyle silahlı propaganda tartışıyorlardı. Kimseyi ikna etmeleri mümkün değildi çünkü biz Fransa’da silahlı propaganda yapılamayacağı görüşündeydik ve bunu da temellendirebiliyorduk. Mahir Çayan bu mücadele biçimini devrim öncesi Küba, Latin Amerika ülkeleri ve o dönemin deyimiyle geri bıraktırılmış ülkeler için öngörmüştü; Fransa, Almanya, İngiltere vb. ülkeler için öngörmemişti. Dolayısıyla Fransa’da silahlı propaganda lafı etmek aslında gevezelik yapmaktan başka bir şey değildi. Ek olarak, burası için de savunuyorsanız, yaparsanız; sizi tutan yok!
Almanya’ya gitmemin duyulması Suriye’dekilerde müthiş bir paniğe yol açtı. Önceden de gördüğüm gibi, korku dağları bekliyordu. Hiç tanımadığım bir ülkeye iki günlüğüne gidip gelmem bile paniğe neden olmuştu.
Heriften telefon geldi, “Sorumlu yoldaş (Hanna Maptunoğlu) hemen dönecek, gitmene hiç gerek yok artık” diyordu. Sanki ona soran vardı; yeniden çağrılınca tekrar gittim. Sözüm ona burada iki-üç yıldan beri örgüt vardı, gerçekte bir insan grubundan başka bir şey bulunmuyordu. Konuştuğum insanlara hiç kimseyi kötülemedim; ne gerek var, o alanda ne yapılması gerektiğini konuşuyordum.
Bu seferki panik iyice büyüktü. Gittiğim her eve heriften telefon geliyor, beni istiyor ve hemen Fransa’ya dönmemi istiyordu. “İşim bittiği zaman dönerim” dedim. Sanki soran vardı?
Bu iş bitmişti, öyle görünüyordu. Bitiş biçimini Avrupa’ya gelecekleri bildirilen iki merkez komitesi üyesinin tutumuna göre belirleyecektim. Tahmin ediyordum ama bekleyelim bakalım…
Leninist Konferans aday olmadığım halde beni de merkez komitesine seçmişti. Ne kadar kızsalar da beni dışarıda bırakmayı gözleri kesmiyordu. Sonuçta varolan yapının en tanınan insanıydım ama başka şeyler olacağını bekliyordum.
Merkez Komitesi olarak belirlenen insanlar tam bir kepazelikti.
Biraz bekleyelim bakalım…
İki kişi önce Almanya’ya geldi, konuştuğum herkesle konuşup özeleştiri almaya çalıştı ve ben her şeyden haber alıyordum. Sonra Paris’e geldiler. Üç kişi oturduk. Önüme alabildikleri özeleştiriler koydular. Bakmadım bile… Bu sefer benden yazılı özeleştiri istediler. “Güldürmeyin insanı” dedim. “O zaman ayrılırız” dediler. “Gayet tabii…” dedim.
Dışarı çıktık. “İşgal evlerine gitmek istiyoruz” dediler. “Madem ki ayrıldık, yolunuzu kendiniz bulun” deyip gittim.
Bu iş hızlı bitirilmeliydi. Yok efendim ben merkez komitesinde tek başıma imişim; kim takar sizin merkez komitenizi? Bu tartışmalara girmeyecektim… Önemli olan alana hakim olmaktır; istersen Bolşevik partisinden gel, buna karşı hiçbir şey yapamazsın.
Beklediğim gibi oldu. İnsanlar bir yıldır teorisiyle pratiğiyle beni tanıyordu, büyük çoğunluk ayrıldı. Kalanlar da beni ilgilendirmiyordu. Karar verilir, gereken adım atılır, sonra da arkaya bakılmaz…
Kanada’daki Belma ile arada bir telefonlaşıyordum. Bu işin bittiğini bildirmek için telefon ettim. Başka kanaldan biliyormuş. “Sen tek mi kaldın?” diye sordu. “Tek değilim ama öyle bile olsa ne olur ki?” dedim. “Sen tek kalırsan büsbütün girersin, biliyorum” dedi.
Kadın karakter olarak tanıyor, beni tek bırakarak bir şeyden vazgeçirmek mümkün değildir. Tek değilim, orası da ayrı konu…
Daha önce ne yapacağım konusunu kafamda tartmıştım.
Bu insanlarla birlikte kalınmazdı. Arada bir Suriye’deki Aydın ile görüşüyordum. O ve Müntecep bir süreden beri açık muhalefet yapıyorlardı. Bana anlattıkları, Muhabarat örgütü olma konusunda önemli adımlar atıldığı yolundaydı. Buna açıkça karşı çıkıyorlardı ve bu konuda en çok kızılan insan Müntecep’ti. Hem Arap hem de Nusayri kökenliydi ama Suriye devletinin istihbarat örgütüyle birlikte çalışmayı, giderek onun hizmetine girmeyi kesin olarak reddediyordu.
Tercih edilebilecek iki yol vardı: ayrı bir örgüt kurmak ya da en yakın örgüte geçmek…
Ayrı örgütü tercih etmedim çünkü neyi kurtaracaktık? Örgütün Türkiye’deki durumunu biliyordum, İstanbul yakalanmasıyla birlikte fiilen bulunmuyordu. Orada burada ilişkilerin bulunması örgütlü yapı anlamına gelmezdi. Hapisten kaçtıktan sonra bir ara Çorlu ve Çanakkale’ye gitmiş, ardından oradaki ilişkiler hakkında İbrahim’e bilgi vermiştim. Bir grup insanla ilişki vardı ama buradan örgütlü yapı çıkar mı çıkmaz mı, bilinmezdi.
Hatay’dan Suriye’ye gelenleri de biliyordum. Aklı başında birkaç kişi dışında bir bölümü çocuktu, bir bölümüne ise politik denilemezdi. Her örgütte olduğu gibi bizde de öylesine gelmiş tipler vardı.
Sayı olarak bakılırsa Paris, Almanya, Suriye ve Türkiye’deki ilişkilerle 100-150 kişi kadar vardı ama çok sallantılı bir durumdu. Buna güvenerek yola çıkılmazdı. Ek olarak önümde büyük bir alanın açıldığını hissediyordum. Somut olarak nedir diye sorulsa cevap veremezdim ama sezgilerim iyidir.
Aydın ile uzun bir telefon konuşması yaptım. Onlar ayrı bir örgüt kurulacağını ve benim de başına geçeceğimi düşünüyorlardı; bunu düşünmediğimi ilettim. Bize yakın bir örgüte gitmek en iyisiydi. Zaten TKEP ile aramızda ittifak anlaşması vardı, neden olmasın?
Lazkiyeli Muhabarat bu konularda salağın birisi olduğunu hemen gösterdi. Ben çekilince bu arkadaşlar da ne yapacaklarını bilemediler ve biraz da zorunlu olarak beni izlemeye karar verdiler (tahmin ediyorum). Normal olarak ikircimli durumu bozmamak için bu insanlara yumuşak yaklaşılır, ama herif benim politik tercihimi duyunca iyice panikledi ve saldırdı. Birkaç gün sonra Müntecep öldürüldü, Aydın ve Hakan da kaçırılarak rehin alındı.
Politik örgüt değil mafya mübarek…
Bir yıl sonra TKEP’teki bir toplantıya katılmak için Suriye’ye gittiğimde, orada şunu söyleyeceklerdi: “Müntecep’i kaç kere uyardık, dikkat et bunlar seni öldürecek, dedik. Dinlemedi.”
Herifin politik salaklığı sayesinde bunlarla çelişkisi olan herkes benimle birlikte tavır almak zorunda kaldı. Gidebilecekleri başka yol bırakmazsan olacağı budur…
Uygun politik taktik geçici olarak da olsa başka bir yolu açık bırakmaktır ama büyük korku paniği getiriyor, panik de insanda akıl bırakmıyor…
Suriye’deki muhalefetin bu derece geliştiğini tahmin etmemiştim. Her şeyi izlemişler. Mesela Muhabarat çetesini beni yakalatmakla suçlamışlar. Tamamen doğru, bir Avrupa ülkesinde yakalanmam için ellerinden geleni yaptılar, başarılı olamadılar orası ayrı…
Orada muhalefet eden arkadaşlar bir süre sonra serbest kalıp Paris’e geldiler. Aynen şunu söyledim: “Bu insanlarla uğraşmayın, kendinizi geliştirmeye çalışın… Bu ayrılığın altından kalkamazlar, en fazla beş yıllık ömürleri kaldı…”
Beni görevli olarak Almanya’ya gönderdiler. Şimdi yapılacak olan hızlı bir şekilde başarı kazanmaktı. Herkesin “ne yapacak?” diye beni izlediğini biliyordum.
Paris’ten ayrılmadan önce tanıdığım bir arkadaş; çok tehlikeli bir iş yaptığımı, sonunun politik intihara kadar varabileceğini söyledi. Sanmıyorum ama olabilir, dedim. Bir silahlı mücadele hareketinin en tanınan kişisi olarak başka bir örgüte gidiyorsunuz ve doğal olarak daha alt kademeden başlıyorsunuz. Pekala kaybolup gidebilirsiniz de…
Altı yıl sonrasına atlayayım…
1988 sonunda İbrahim Yalçın’ın da aralarında bulunduğu çok sayıda kişi Paris’te örgütten ayrılacaktı. Eğer gittiğim yerde başarılı olmasaydım, bu insanlar biraz zor ayrılırdı. Almanya’ya geldikten üç ay sonra partinin Avrupa yayın organı Emek aylık olarak çıkmaya başladı. Ardından partinin sempatizan kitlesinin üçte ikisiyle bağımızı kestik. Hem pis işlerle uğraşıyorlardı hem de bu insanlardan bir şey olmazdı. Yeni insanlar gelmeye başladı.
Bir alanı tanımıyorsanız, öğreneceksiniz. Sizden önce burada çalışanlar ne yapmışlar, öğreneceksiniz. İki örgütün, Devrimci İşçi ve FİDEF bu konuda görüşleri vardı. Çıkmış bütün yayınlarını okudum. FİDEF’in Almanya ili ilgili konferanslarına gittim. Konferanslar herkese açıktı ama katılanlar arasında TKP’li olmayan sadece ben vardım, tanıyorlardı tabii ve garip bakıyorlardı.
Öğrendiklerimi yeni kurulan Almanya Komitesi ile konuşup tartışırdım, kendi çizgimizi belirlerdik. Daha önce üretilmiş her şey öğrenilmeden çizgi belirlenmez.
İki kişi Direniş Dergisi’ni çıkarıyordu ama bir süre sonra yürütemeyeceklerini bildirdiler. Aldık, adını Yazın yaptık, önemli bölümü Almanya’ya ilticacı olarak gelmiş Türkiye’nin aydın ve entelektüel kadrosunu yazı kadromuza çekmeye çalıştık. Boşluğu iyi görmüştük, bu insanların sol ama bir örgütün propagandasını yapmayan kültürel yanı ağır basan bir yayın organında görüşlerini ifade etmeye ihtiyacı vardı.
O sırada Aydınlar Bildirisi açıklanmıştı. Buna destek olmak için kurulan komiteye girdim ve örgüt adını hiç karıştırmadan epeyce iş yaptım. İnsanlar zaten biliyor, örgütü gözlerine sokmanın ne gereği var?
Bu sırada TEKP’te TKP ayrılığı yaşandı. Merkez Komitesi’nin yarısı gitti ama tabanda pek ilişki bulamadılar. Bu dönemde partiyi tutan üç örgüt vardı: Ortadoğu komitesi, İstanbul ve Almanya… Almanya, Paris ve İsviçre’de olan ilişkilerin büyük bölümünü tutuyordu.
1988’de yaşanan büyük ayrılıkla örgüt bitti, aslında daha önce bitmişti ama bu sefer gerçekten bitti. Bir yıl sonra 1988’in kötü bir zaman olduğu ortaya çıkacaktı çünkü 1989’da Orta ve Doğu Avrupa’daki sosyalist iktidarlar yıkılacak ve 12 Eylül sonrasında yaşanan devrimci hareketteki toparlanma ve yükselmeye başlama çizgisi büyük darbe yiyecekti.
1982-1988 arasında yaptıklarımı eğer 1988’de ayrılsaydım, yapamazdım. O dönemi iyi yakaladık. Buradan yaklaşık 20 yıl sonrasına atlayacağım…
Sürecek…