MÜNTECEP KESİCİ VE 1982 AYRILIĞI (1)

Engin Erkiner 


Müntecep Kesici’nin infaz edilmesi 1982 ayrılığından ayrı olarak düşünülemez. Bu yazı dizisinde 1982 ayrılığının öncesini ya da buna götüren olayları anlatacağım. Bunların bir bölümünü daha önce anlatmıştım ama bu kez tamamını anlatacağım. En az iki yazı sürer herhalde…

Önceki yazıda da belirttiğim gibi Müntecep Kesici devrimci hareket içinde ülke dışında infaz edilen ilk isimdir. Müntecep Kesici’nin başka bir özelliği daha vardır ve bu özellik örgütü Muhabaratlaştıranların hışmını özellikle üzerine çekmesi için yeterliydi. Müntecep Arap kökenliydi ama örgütün Suriye’de Muhabaratlaştırılmasına açıkça karşı çıkıyordu. Müntecep’i ilgilendiren devrimcilikti, Arap kökenli olmak değil… Halbuki örgütü Muhabaratlaştıran çete Arap kökenli olanların yanlarında yer alacağından emin gibiydi, ama olmuyordu. 

Suriye’de çok az kaldım (1980 Aralık ayı sonundan, 1981 yılı Nisan ayı sonuna kadar). Bu kısa zaman içinde bile bazı şeyleri açık olarak görebilmek mümkündü.

İlk olarak, gelmeden önce Adana ve Hatay örgütlerinin bir bölümünü görmüş ve bu bölgedeki örgütlenmenin aşırı derecede abartıldığını anlamıştım. Suriye’ye geldikten kısa süre sonra aralarında İbrahim Yalçın’ın da bulunduğu yoldaşlar İstanbul’da yakalanınca, ülkede dışarıda belirli bir düzeye sahip neredeyse kimse kalmamıştı denilebilir. 

İkincisi; Suriye’de tam bir tecrit durumundaydım. Belirli kişiler Arapça kursuna gidiyordu, ben hariç… Değişik kişiler zırt pırt Kırdaha’daki Cemil Esad’ın yanına gidiyordu, ben hariç… Acayip korkuyorlardı, bunu hissetmemek mümkün değildi. Arapça öğrenmemi, çevreyi ve ilişkileri tanımamı kesinlikle istemiyorlardı. 

İstanbul’da iken “hapisten kaçtı başımıza bela oldu” söylemini duymuştum. İstanbul’da fena halde aranmama ve ardından da başkalarıyla birlikte benim hakkımda da “vur emri” çıkmasına rağmen, boş durmadığımı ve İbrahim ile yaptığımız işbölümü gereği İstanbul dışında yerlere gittiğimi duyuyor olsalar gerekti. 

Üçüncüsü; Bassit köyünde kaldığımız eve sürekli olarak sivil tipler geliyordu. Arapça bilmiyordum ama polis olduklarını anlamamak mümkün değildi. Hepsi Ali’yi (Mihrac) soruyordu ve neler döndüğünü anlamamak mümkün değildi. Korkunun nedeni anlaşılıyordu. İngilizce biliyordum ve bu dil her yerde geçerliydi. İlişkileri tanımamı istemiyorlardı. 

Suriye’de bir şey yapmanın mümkün olmadığına karar verdim. Kafamda “bu insanlarla bir yere gidilmez” düşüncesi somutlanmıştı. Öncelikle ayaklarımı yere basmam ve bunun için de ilk fırsatta buradan gitmem gerekiyordu. 

Fırsat tahminimden daha hızlı ortaya çıktı. Fransa’dan Süleyman isimli bir arkadaş gelmişti ve oraya bir kişinin gelmesini istiyordu. Hemen gitmek istedim. Sonraki yıllarda Türkiye’den beri Muhabarat elemanı olduğunu ortaya çıkardığımız bu herif de gitmemi istiyordu ve bunun nedenini Şam’da birkaç örgütle yaptığımız toplantılarda görmek mümkündü. Kendini göstermek için benden birkaç kat fazla konuşuyordu ama karşıdakiler söz aldıklarında herkes bana bakarak konuşuyordu. Bunu ciddiye alan yoktu. Gitmem farklı nedenlerle ikimizin de işine geliyordu.

Uçak bileti alındı ve gitmemden bir gün önce pasaportum geldi. Pasaport “ben sahteyim” diye bağırıyordu. Bu pasaportla normal olarak gidilmezdi ama ne olursa olsun gidecektim. Paramız az gerekçesiyle pek para da vermediler. Tartışmanın gereği yoktu, para olduğunu biliyordum. Herif uyuyunca açtım cüzdanını gerektiği kadar aldım. Kendinden o kadar emindi ki yıllar sonra açıklayıncaya kadar hiç farkına varmamış… Kararı verdim, gideceğim, bu kadar!

Paris’e kadar olan maceralı yolculuğumu daha önce anlatmıştım. İsviçre’ye İngilizce bilmem sayesinde rahatça girdim, pasaporta bakmadılar. Bir hafta kadar sonra arabayla gelip beni götürmesi gereken Süleyman’ı beklerken gardaki olağan bir polis kontrolünde pasaportun sahte olduğunu hemen anladılar. Tutuklandım. Kendimi Filistinli olarak tanıttım ve iyi İngilizce bildiğim ve onlar için de kolay olduğu için İngilizce çevirmen tuttular (iyi ki de böyle oldu, yoksa Arapça bilmiyordum). Bir ay içinde 4 ya da 5 kere sorgu hakimi tarafından ayrıntılı olarak sorgulandım. Onların derdi buraya eylem yapmaya gelmiş olmamdı. Neyse ki Süleyman’ı beklediğim günlerde Fransa konsolosluğuna gidip vize başvurusu yapmıştım. Olmayacağını biliyordum ama yapmıştım. Bunu ispatlamam tabii çok işime yaradı. 

“Bir ülkede bir şey yapmak için sahte kimlik taşımakla transit geçmek için sahte kimlik taşımak birbirinden farklıdır” söylemim hakimi etkilemiş olacak ki biraz erken tahliyeme karar verdi. Bu arada bana tahsilimi sordu. Üniversite desem hangisi olduğunu soracak, Ankara’da ODTÜ’yü söylesem Türk olduğum mümkündür ki ortaya çıkabilir, liseden terk olduğumu söyledim. Tercümana Almanca olarak “söyle ona, bu mümkün değil” dedi. Ardından ekledi: “Siz bir kanun maddesinin farklı yorumları olabileceğini biliyorsunuz, lisede bunu öğretmezler.” 

Ne yapayım, özel eğitim gördüğümü falan söyledim, adam inanmadı ama bıraktılar. 

Sahte pasaporta tabii İsviçre polisi el koydu. Pasaportsuz olarak Paris treninde pasaport kontrolünden de geçerek yolculuk yaptım. Tipim zaten İngilizlere benziyordu, İngilizcem iyiydi ve beni ülkesine dönen ama pasaportunu kaybetmiş İngiliz sanıyorlardı. Fransız polisi bir şey demedi, benim de canıma minnet…

1981 yılı Haziran ayının başlarında bir gün Paris’e indim. Param neredeyse bitmişti ama son kalanıyla gittim bir otelde yattım. Bu kadar maceradan sonra önce uyumak gerekiyordu. 

Elimde bir isim ve bir semt adından başka bir şey yoktu. Tek kelime Fransızca bilmiyordum ama İngilizcem sayesinde semti buldum. Kocaman bir yer, bu ismi nerede bulacağım? Akşama kadar çaresiz dolaştım, para da yok üzerimde kimlik de yok ve ne yapacağımı bilmiyordum. 

Bir gazete bayisinde Hürriyet gördüm. Demek alan vardı ki satılıyordu. Orada bekledim ve gazete alan kişiye de hemen aradığım adamı nerede bulabileceğimi sordum. İsmi şimdi bile hatırlıyorum, Şefik ve konfeksiyon atölyesi var. Hepsi bu kadar!

Adam “Orada çalışıyorum” demez mi… Birkaç yüz metre ilerdeki bir bina içindeki atölyeye giderken bir sokağa girdik, karşıdan birkaç kişi geliyordu ve birisi Süleyman’dı. 

Hayatımda bütün zor zamanlarda yardımcı olan şansım yine aynısını yapmıştı.

Hemen o gece birkaç kişiyle oturup konuştuk. Süleyman dahil hepsi sempatizan denilebilecek düzeydeydi. 

Bir yıl sonra, Haziran 1982’de Paris’te Devrimci Yol ve Halkın Kurtuluşu’ndan sonra üçüncü büyük harekettik. Sayımız artık yüzün üzerindeydi ve o günün koşullarında kitle örgütü sayılıyorduk. 

Bu süreç içinde Suriye’de Aydın ile sürekli mektup ilişkisi kurdum. Orada Müntecep ile birlikte izlenen çizgiye karşı muhalefet ettiklerini öğrenmiştim ama ayrıntıyı bilmiyordum. 

Bu bir yıl içinde “Tek Yol Devrim” adlı dergi çıkardık, Türkiye ve Fransa basınında yer alan apartman işgallerini yaptık. İbrahim Yalçın ev işgallerini Hürriyet’ten okuduklarını ve çok sevindiklerini yıllar sonra Paris’e geldiğinde söyleyecekti. Derginin Ev İşgalleri Özel Sayısı’ndan bir bölümünü Suriye’ye gönderdim. Çok iyi bir politik çıkış yapmıştık ve demek ki Avrupa’da sanılanın aksine bir şeyler yapılabilirmiş…

Ayaklarımı artık yere basmıştım ve ortaya çıkan gelişmeler bu tiplerle daha ne kadar birlikte yürüyebileceğimi yeniden düşünmeme neden oldu. 


Sürecek…